8 Şubat 2010 Pazartesi

Angels Retro Sale izlenimleri

Öncelikle hemen belirteyim, bu yazı planladığımdan çok daha uzun ve karmaşık oldu, bu yüzden sabrınızı zorladığım için peşinen sizden özür diliyorum. İyi bir editöre ihtiyacım var, ama gariban memleketimde bestseller yazarlar bile editör bulamazken ben ne yapayım!

Efendim, iki haftadır Londra'dayım, bir süre daha kalmaya devam edeceğim. Gerçi Twitter'daki minnacık takipçi kitlem hatırlayacaktır, ama sonuçta Twitter'daki bir cıvıldayış, hayatın akışı içinde bir anlık fısıltıdan ibaret. Aslında V and A Müzesi hakkındaki son yazımın başında yapmam gereken bu açıklamayı gecikmeli de olsa şimdi yapmış oluyorum, sürçü lisan ettiysek affola!

Londra'nın bizim büyük şehirlerimize göre şöyle güzel bir yanı var, her gün her köşe başında bedava dağıtılan 2 gazetesi, yine her otelin lobisinden bila bedel alınabilen, şehirdeki etkinlikleri anlatan 2 dergisi, ayrıca Time-Out'u vs bir sürü haber kaynağı var. İşte bu yazının konusu olan "Angels Retro Sale"i bu şekilde bir sürü kanaldan günler öncesinde öğrenmiş, cep telefonumun ajandasına hemen kaydetmiştim. Aslında bu hafta sonu, bir de "Designer Warehouse Sale" adı altında, ünlü markaların ürünlerinin indirimli olarak satıldığı bir başka etkinlik vardı, ama artık ona gidemedim:( Ama hemen heyecana kapılmayın, öyle her hafta defileler, indirimli satışlar, konserler, dinletiler, müzikaller arasında koşturmaktan yorulmayan bir hayatım yok burada:)

Cumartesi sabahı bu satış hakkındaki bilgilerim şu şekildeydi: Angels, eski ve köklü bir kostüm firmasıymış. Film, dizi, tiyatro vs organizasyonlara kostüm kiralıyormuş. Büyük bir deposu varmış. 6 Şubat 2010 günü 25 bin parçadan fazla kıyafeti ellerinden çıkartacaklarmış. 1940'lardan 1990'lara uzanan geniş bir zaman diliminden kıyafetler, özellikle askeri üniformalar, kepler, şapkalar, ayakkabılar vs bir günlük bir etkinlikte satılacakmış. Hem de öyle parça başına fiyatla da değil, torba başına fiyatla. Güççük torba 20 kaat, gocuman torba 50 kaat. Oh ne ala!

İşte bu bilgilerle donandıktan, firmanın web sitesindeki tanıtım videosunu ve Guardian web sitesinde bu satışla ilgili fotoğraf galerisini gördükten sonra, büyük bir heyecanla Cumartesi sabahı yola koyuldum.

* * *


Gideceğim yer şehir merkezinden epeyce uzakta, meşhur Wembley stadyumunun ilerisinde. Metroda bir aktarma, sonra Bakerloo hattından kuzeye doğru ilerleyorum. Satış 8:30'da başlayacaktı ama ben kalkıp giyinene, hafif bir kahvaltı edene kadar epey vakit geçti, saat de bu arada 8 buçuğu geçti, ama ben hala metrodayım. North Wembley durağına geliyoruz, benimle beraber inen kalabalığın aynı yere gittiği çok belli. Demiryolu köprüsünü geçiyoruz ve kalabalık hızlı adımlarla ilerlerken, karşımızda o upuzun kuyruğu görüyoruz. Saat 9'a gelmiş, yarım saattir içeriye bir sürü kişi girmiş olmalı, ama kuyruk hala uzuyor! Arkamdaki dört kızdan oluşan gruptan biri, "Acayip kalabalık olacağını demiştim size! Keşke bir saat önce çıksaymışız evden!" diyor, kikirdeyerek koşar adım sıranın sonuna ilerliyorlar. Ama sıranın sonunu ara ki bulasın! 
Şimdi kuyruğun uzunluğu konusunda size biraz fikir vereyim. İlk fotoğrafın solundan sağına doğru uzanan kuyruk, ikinci fotoğrafı da aynı şekilde bir uçtan diğerine kat ediyor ve ikinci fotonun sağında bir yerlerde sona eriyor. Peki başı nerde? Başı ilk fotoğrafın solunda gibi görünüyor, ama değil! Soldaki kuyruk içeriye doğru devam ediyor, öndeki iki katlı binanın arkasından dolanarak fotoğrafın sağ arkasında, üstünde bayrak dalgalanan binaya kadar uzanıyor!

Bu satışın düzenlendiği bina, İSTOÇ veya OSTİM tarzı, etrafı demir tellerle çevrili bir "business park". İçeride oto yedek parçacıları da var, parke-yer karosu satanlar da. Hatta bu ticari parkın hemen yanında H-M'in deposu yer alıyor, ama gri renkli bir deponun sırf üzerinde H-M logosu var diye fotoğrafını çekip koymadım. O kadar da marka düşkünü olmayalım yani!

 
  
Ok işaretleri sol tarafı gösteriyor, ama sola gidince iş bitmiyor, bir de demir tellerin ardına geçmek ve oradan sağa doğru ilerlemek gerek! Sırada bekleyenlerin genel profili, daha çok hafta sonları Camden Town, Portobello Road, Brick Lane veya Spitalfields gibi yerlerde görebileceğiniz türden insanlar. İşte, az önümde "Afro" stili saçları olan sarışın bir adam. Kız arkadaşının kızıl saçlarının dip boyası gelmiş ama bence kuaföre gitmişken yüz epilasyonu yaptırmasında fayda var! Az ilerisinde, her yanı patlamış deri ceketini kaba bir dikişle kendi yamadığı belli bir oğlan, saçlarını da kazıtmış, tam karizma. 

Ayaklara bakıyorum, babetler, Primark'tan 10 pound'a alınmış çakmanın çakması UGG botlar, deri çizmeler, sneakerlar... Bir cırtlak mor çorap üstünde yırtık kot şort giymiş bir kız, çaktırmadan titriyor, ama bunca insanın arasından sıyrılıp dikkatleri üstüne çektiğinin de farkında, kendisiyle gurur duymakta. Vintage dükkanlarda 40-50 pounda satılan ve burada "coney" olarak bilinen tavşan kürkü ceketlerden bol miktarda var. Leopar baskılı taytlar, şallar, leopar baskılı imitasyon kürkler de çok. 
  
İlk fotoğrafın solundaki köşeyi döndük, bu arada bir saattir sıradayız ve kuyruk hala uzamaya devam ediyor. Bir yarım saatlik yolumuz daha var ama. Artık içeriden yavaş yavaş ellerinde beyaz torbalar olan insanlar çıkmaya başlıyor ve biz sıradakiler, onları içimiz geçerek, yutkunarak izliyoruz. "Hımm, küçük torba da pek küçükmüş canım, acaba bir büyük bir küçük torba mı alsam?" diye düşünenler, aralarında konuşanlar. Elinde torbayla çıkan her kişi, belki benim almak isteyeceğim bir müthiş parçayı kapıp götürüyor gibi. Herkeste "Ah bir saat önce gelmek vardı!" pişmanlığı. Sonunda satışın yapıldığı depo görüş alanımıza girdi, ama az bir yolumuz daha var. Satış binanın üst katında yapılıyor, pencerelerden dışarı yansıyan görüntüler, içeride canhıraş bir faaliyetin sürdüğünü açıkça gösteriyor, bu da biz sırada bekleyenleri iyice gerginleştiriyor. Hadi ama, bizi de alın içeri!
 
 Nihayet binanın içine giriyoruz, ama hala kuyruktayız. Merdivenleri çıkıyor, 5 pound ayak bastı paramızı ödüyoruz. Bir buçuk saattir sıradayız ama artık mutlu son. Şimdi saldırı zamanı!
  
Komik, ama aklıma, askerlik anılarımdan bir enstantane geliyor. Böyle bir salonda, kışladan içeri adım atalı daha saatler olmuş yüzlerce gencin canhıraş bir şekilde üstlerine uyacak üniforma, postal, kep bulma telaşını hatırlıyorum. Bu gördüğünüz salon, kadın giyimine ayrılmış. Bundan biraz daha küçük bir salon erkek giyimi için, ondan daha küçük bir alanda askeri üniformalar var, bir de sağda solda ufak odalarda tişörtler, gömlekler vs. Her şey, büyük kolilere konmuş, koliler yan yana koridorlar şeklinde dizilmiş, tepedeki yazılar nerede ne olduğunu bulmaya yardım ediyor, ama tabii kabaca. "1970ler mantolar", "1940lar elbiseler" "1980ler triko", "şapkalar", "etnik kıyafetler" gibi.
 
 
İşte, bu kutu/koli muhtemelen sabah 8 buçukta doluydu, ama artık saat 10 buçuk ve yarıdan fazlası boşalmış bile! Gidenlerin arasında kimbilir ne hazineler vardı, ama geride kalanlar hiç de öyle bir kere giyilmiş, sonra depoya kaldırılmış gibi durmuyor. Sanki bu ayakkabılarla dört beş haftada biten bir sinema filmi değil de, yıllar süren pembe diziler çekilmiş gibi!
  
İşte, bir oda dolusu gömlek. Mahmutpaşa veya Salı Pazarı'ndaki tezgahları andırıyor, değil mi? Burada insanın bedenine, zevkine uygun bir parça bulması, samanlıkta iğne aramaktan farksız ve ben, büyük bir azimle, tek tek parçaları inceleyip hızla eleyen insanları hayranlıkla izliyorum.
Fotoğrafın orasında kahverengi kabanı, siyah atkısı olan kadını görüyor musunuz? Sağ kolu büyük bir öbek kıyafetle dolu. Merak ediyorum, kaç torbaya sığacak bunca kıyafet?
  
  
Şapkalar şüphesiz bu satışın en dikkat çekici bölümlerinden biri. Burada gördüğümüz hasır şapkalar kimbilir çekik gözlüleri konu alan kaç filmde kullanıldı? 
 Hayırr, o leopar desenli parçayı ben alacaktım, ama başına hasır şapka geçirmiş kız benden hızlı davrandı. Burada kimse kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. Her şey kapanın elinde kalıyor!

Hımm, 1970lerin havasını taşıyan çiçek desenli bir elbise. Acaba alsak mı? Sanki biraz rutubet kapmış gibi, acaba yıkanınca geçer mi? 10 beden yazıyor etiketinde, ama eskinin bedenleri de ne kadar ufakmış canım, şimdi bu en fazla 8 bedendir, hele şu son bir aydır aldığım kilolardan sonra buna hayatta giremem! Off, karar vermesi de ne zor!
   
Bu kadını bir süre hayranlıkla izledim. Hayır, öyle böyle değil, bir-üç-beş-on-on beş, saymakla bitmez elinden geçen parçaların sayısı. Bilgisayar olsa, işlemcisi su kaynatırdı, o derece. Azimle arıyor, tarıyor, umrunda mı dünya, önemli olan o müthiş avı yakalamak!
 
  
 
Yine şapkalar. Fred Astaire'li müzikaller geliyor aklıma. Hasır şapkalar ise, güneşi ve sıcak yaz günlerini çağırıyor. Ellerinde mandolin, köşe başında şarkı söyleyen İtalyan gençleri; sahil kenarındaki bir kafede sevgilisiyle buluşmayı bekleyen bir Fransız güzeli; zengin, centilmen, aynı zamanda gizli bir mücevher hırsızı olan David Niven... Kim olmak istiyorsan olabilirsin. Yapman gereken tek şey, doğru şapkayı bulmak.

 
Acaba bu kırmızı manto bana yakıştı mı? İşte bütün mesele bu! Hazır gelmişken biraz da kemer almak lazım!
  
 

Her şey kapanın elinde kalıyor, ama dolaştıkça anlıyorum ki, kapılan her şey illa alınacak demek değil. "Kapma" eylemi bir tür rezerv koyma aslında. Sonunda herkes kenarda köşede kendine bir yer yapıyor, orada elindeki ganimetler arasından son bir eleme, torbalara son bir yüklenme, son hesaplar. Acaba beklemekten kumaşı kartona dönmüş şu asker paltosunu ve yılların yorgunluğuyla solmuş şu elbiseyi ve diğer ıvır zıvırları almak için yeni bir torbaya ve ekstra bir 50 pound harcamaya değer mi? Nihayet, son karar veriliyor, kasaya gidiliyor, paralar ödeniyor ve çıkış!
 
 "Peki sen ne aldın?" diye hiç sormayın, birşeycikler alamadım. Ben zaten normalde, yeni kıyafet alırken bile epey zorlanırım, düşünür tartarım, hatta aldığım bir sürü şeyi hiç giymeden bir kenara kaldırmışlığım da çoktur, hele böylesi bir panayır ortamında, yüzlerce insanın arasında bir kıyafetle özel bir bağ kurmam mümkün görünmüyordu, nitekim öyle de oldu.

Genel olarak keyifli bir Cumartesi sabahıydı. Ben bir şey alamasam da, o dev samanlıktan kendilerine göre iğneler çıkarabilenleri hayranlıkla izledim. Belki sabahın 5inde 6sında kalkıp gelseydim, o soğuk havada saatlerce bekleyip 8 buçukta içeriye ilk girenlerden olsaydım, güzel ganimetler elde edebilirdim, ama ben kendimi içeri attığımda, ya o güzel parçalar çoktan kapılmıştı ya da zaten satışa sunulan ürünlerin büyük bölümü, ömürlerinin son demine gelmiş, kullanılmaktan yorgun düşmüşlerdi. Ha, bir de şöyle bir ders çıkardım: Ankara'ya dönünce ilk işim İtfaiye Meydanı'ndaki bit pazarına uğramak olsun. Evet, kulağa "retro sale" kadar sexy gelmiyor, ama küçümsememek lazım, nerden ne ganimet çıkacağını kim bilir!

Bu arada şunu da belirteyim, burası Angels kostümcüsünün asıl deposu değil. Asıl depo muazzam büyüklükte bir yermiş ve ücreti mukabilinde orasını gezmek mümkünmüş. Bakalım, bir fırsatını bulursam o geziyi de yapmak niyetindeyim.

4 yorum:

  1. coşkun muhteşem yazmışsın bence hiç editöre ihtiyacın yok.. almak yerine gezmek çok daha zevkli olmalı zaten.. alma telaşına düşünce muhtemelen o yazdığın ve çektiğin güzel şeyleri göremeyecektin :)) senin yazılarını merakla bekliyorum..
    coşkun ingiltere'den bildiriyor.. :)))
    sevgiler

    YanıtlaSil
  2. Lütfen yapın o geziyi.
    Bize de yazın.
    Hiçbirşey almasanız da gidip görüp fotoğraflamanız ne güzel olmuş :)

    YanıtlaSil
  3. harika bir yazıydı.
    sizin sonunda neler aldığınızı görücem diye yazıyı heyecanla ve zevkle okudum. ama o da ne...? siz benim Türkiye'deki kıyafet satılan pazarlarda,MNG indirimlerinde yaptığım şeyi yapmışsınız:)))
    İnsanların o hallerini izlemek, gözlemlemek gerçekten çok zevkli oluyor.

    YanıtlaSil
  4. Ne hoş bir anekdot olmuş böyle..keyifle okudum izlenimlerini,ve görsellerle gezmiş kadar oldum gerçekten:)

    YanıtlaSil